27 Ekim 2013 Pazar

üç yetim annesi

Müşterinin adresini alıyorum. Ustayı da yanıma alarak çıkıyorum dükkandan.

Yol uzun.

"Değer mi bir tek kapı için bu kadar yolu çekmeye!" diye söylene söylene yola düşüyorum. İzmit'in içinde üç İzmit mesafesi yol alıyorum. Taşlı yollardan geçiyor, -kışın- karlar eriyene kadar mahsur kalacağınız yerlere tırmanıyorum.

Şükür ki hava güzel. Akşam yeni yeni iniyor tepelere.
     
Adresi tarif üzere buluyoruz. Yolun bitimiyle evin arasında elli altmış metrelik bir beton yol var. Diyoruz ki evvela gidip bir görelim müşteriyi. Anlayalım, doğru kapıya mı geldik!

Alabildiğine dik ve çalılarla kapanmış bayıra tırmanıyoruz usta ile.

Bahçede üç afacan kedi yavrusu karşılıyor bizi. Öyle minikler ki üçü birden iki avucunuzun arasına sığar! -Üçünü birden iki avucuma sığdırdım, oradan biliyorum!- Yerlerinde duramıyorlar. Yolu bitirip evin kapısına ulaşıncaya kadar bize etmedikleri oyun kalmıyor!

Binbir şirinlikle ayaklarıma dolanan kedilere rağmen kapıya ulaşıyorum.

Bir mübarek teyze açıyor kapıyı. Şu dünyada huzur bulmak için yakınında olmanızın yeteceği insanlardan.

Derdimizi anlatıyoruz, adresin burası olduğunu anlayınca malzemelerimizi alıp eve giriyoruz ve çalışmaya başlıyoruz.

Kedicikler de bize çıraklık yapıyorlar. Acemi çıraklar, ne bulurlarsa bize doğru sürüklüyorlar!
     
Tam işi yarılamışken cennet yüzlü teyzem çay getiriyor. Usta dediğinin yakıtı çaydır, mevsim farketmeksizin.

Teyzeyle biraz hoşbeşten sonra minik kedileri dizlerinin dibine toplayarak başlıyor anlatmaya:

"Oğlum, bu kedilerin ananneleri elimde büyüdü. Sonra yavrulayınca çekti gitti. Neyere gitti, yaşar mı ölmüş mü bilmem. Yavruları büyüttüm. Sonra bunlar dünyaya geldi. Bir süre sonra bunların da anneleri sır oldu. Bu yetimler de bana kaldı."

"Bu yetimler..." dediği an bir ağırlık çöküyor göğsüme. Ve sonrasında anlatılan hiçbir şeyi duyamıyorum.

Yetim olmanın kedicesine şahit oluyorum.

Ve onları besleyen, onların hayata tutunmalarına vesile olan mübarek kadına bakıyorum.

Üç yetim annesine.

İki çocuk, üç yetim annesine...

Üç yetim kediciğin başlarını okşuyorum.

Yetimler, Peygamber (s.a.v.) emaneti.

Hüzün, lacivert bir gece gibi örtüyor üzerimi.

Şükrediyorum bir kapıyı vesile kılarak bizi buralara getiren Rabbime.


28.10.2013 / 01.11





Dipnot: Fotoğraf http://www.kurdelenakislari.com sayfasından alıntıdır. 

Pazar Okumaları #1





'Pazar Okumaları'ma üç kitap eşlik edecek bugün.

İlki yıllar evvel okuduğum fakat açıkçası o dönem idrak edemediğim kitap: BU ÜLKE. Cemil Meriç okumalarına yeniden başlıyorum. Süreç içerisinde külliyatı yeniden okumayı planlıyorum.


Sonrasında yine bir yeniden okuma: YAŞAMAK - CAHİT ZARİFOĞLU. TDED okuma grubundaki sunuma yetişebilmek için hızlı hızlı üzerinden geçmiştim fakat anladım ki YAŞAMAK aceleye gelmez.


Son olarak da OSMANLI ŞEHRİ - TURGUT CANSEVER. Bilge mimar Cansever'in okuduğum ilk kitabı olacak.


Okuma notlarımı ilerleyen dönemde paylaşmayı düşünüyorum.

Rabbim idrakimizi, okumaktan nasibimizi artırsın.


27.10.2013 || 09.17


26 Ekim 2013 Cumartesi

Eyvallah ustam, sen de olmasan!

     Henüz sonbahara geçememiş, kararsız, yaz artığı bir gece.

     İş çıkışı soluğu çorbacıda alıyorum.  Bu ne kalabalık! Aileler bir köşede kümelenmiş, bekarlar bir başka köşede.

     Kendime mutfağa yakın, dip köşe bir yer bulup hemen oturuyorum. 

     Bir saniye içinde yaklaşıyor sipariş canavarı. Sipariş canavarı diyorum çünkü ağzını açtığın anda, daha sesin çıkmadan siparişi kapıyor ağzından!

     A diyemeden bağırıyor mutfağa: "Atom veriyosun abimeeee! Fındığa acımaaa!"

     Ben atomu beklerken sipariş canavarı da boş durmuyor ve diğer masaların siparişlerini geçiyor 'içeriye':

     Ustaaa! İki paçaaa, biri bol taneli olacaaak!

     Ustaaa! Bi' ciğer, sıccaaaak serviiiis!

     Ustaaa, ver bi' sarııı!

     Ustaaa! Çek abime bi' kırmızııı!

     Ustam ver abime bi' pilav üstü az kes!

     Sarı dediği mercimek, kırmızı dediği ezogelin, 'az kes' ise pilavın üstüne serpiştirilecek az döneri ifade ediyor.

     Her mesleğin kendine ait iletişim ifadeleri var ama 'esnaf lokantası jargonu' başka!

     Atom geliyor. Yorgunum ya, canım istemeye istemeye kaşığa davranıyorum. Acelem yok ya, sakin sakin fındık tepesini kaşıklıyorum. Usta cidden fındığı esirgememiş! Fındık tepesini dağıtıyor, sütlaç kısmına iniyorum. Sütlaç karışık. Kemalpaşa saklanmış bir köşede, diğer köşede bir kaşıklık kaymak. Ayrı ayrı değil, karıştırarak yiyorum. Kemalpaşa, kaymak, sütlaç, fındığın kalan kısmı... Dedemin sözünü dinliyorum: "Uğraşma uşağum, midede karişacak nasi olsa!"
     
     Son kaşığı da ağzıma götürmemi bekliyor sipariş canavarı:

     "Oğlum, ver abine bi' yakışıklı çay! Abin şekersiz içiyor!"

     Eyvallah ustam, sen de olmasan!




20 Ekim 2013 Pazar

pazar sabahı rutini

Pazar sabahlarını severim. Sevmemin -belki de- tek sebebi, oldukça sakin geçmesi. Ve bir rutin hâline dönüştürdüğüm pazar sabahı etkinliklerim.

Pazar sabahları gözümü dünyaya açtığım gibi kendimi dışarı atmayı seviyorum.

Pazar sabahları, sabah namazından sonra bir köşede -ki bu genelde salondaki üçlü koltuk olur- uyuyakalır, hiç değilse 8'e kadar uyurum.

Pazar... Ailelerin beraberce vakit geçirebildiği tek gün. Diğer günlerin yoğun çalışma saatleri/günleri yüzünden ev ahalisinin birbirinin yüzüne en uzun süre bakabildiği özel gün! Sadece Hristiyanların değil, çalışanların da kutsal günü!

Sabah 8.30: Kendimi evden dışarı atmam gereken en geçkin saat.

Önce mahallenin çıkışına kadar yürüyorum. Saydım, 1668 adım. Mahallenin çıkışındaki çorbacıda kendime tereyağlı maydanozlu tavuk çorbası ısmarlıyorum. Sakin sakin çorbamı içiyor, hemen peşinden de çayımın gelmesiyle mutluluğumu katmerliyorum.

Sonra yürüme faslı tekrar başlıyor. Çorbacıya kadarki yolun muhtemelen bir buçuk katı yol yürüyor ve kahveciye giriyorum.

Kahve, hayatımın vazgeçilmez parçası! Aramıza ayrılıkların girmesine müsaade etmiyorum. Hızlıca da olsa bir fincan kahve içerek başlıyorum güne.

Çalışma günlerimde sabah kahvemi ne kadar hızlı içiyorsam, pazar kahvemi de o kadar yavaş ve o kadar telaşsız içiyorum.

Meselâ sabah yemeği yemiyor, sırf kahve içebilmek için bir şeyler atıştırıyorum. Adı üstünde: "kahve-altı"

Kahveye çalışma günlerimde -Hazreti Şâzilî[1]'nin affına sığınarak- gösteremediğim hürmeti pazar sabahları gösteriyor ve kahveyi sakin sakin, deniz kıyısında korkak adımlarla yürür gibi yudumluyorum.

Diğer günler ipad'den takip ettiğim yazarların gazetelerini satın alıyorum pazar sabahları. Ellerimin gazete kâğıdı ile kararması hoşuma gidiyor.

Bu üç rutini tamamlamam öğlen vakitlerini buluyor. Saat 1-2 arasında toparlanıyor ve o hafta evde içmek üzere kahvemi öğüttürüyor, sonra da tekrar yola koyuluyor, eve kadar yürüyorum.

Evde ise çalışma günlerimde okuduğum kitaplardan, dergilerden ve köşe yazarlarından biriktirdiğim notları temize çekiyor ve böyle sakin bir günün ertesinde yaşanacak 'pazartesi bunalımı'na hazırlanıyorum.

Şimdi müsaadenizle, günün kalan vaktini kitap notlarına ayıracağım.

20.10.2013
15.23

____________

[1] Kahveyi İstanbul'a getiren kişinin Şeyh Ali b. Ömer eş-Şâzilî olduğu rivayet edilir. Başka rivayetler de vardır lâkin Osmanlı dünyasında Şeyh Şâzilî kahvecilerin pîri olarak benimsenmiş hatta kahvehanelere yüzyıllar boyunca "Her seherde besmeleyle açılır dükkânımız / Hazret-i Şeyh Şâzilî'dir pîrimiz üstâdımız" yazılı levhalar asılmış. Bu konu hakkında detaylı bilgiyi Beşir Ayvazoğlu'nun Kahveniz Nasıl Olsun? isimli inceleme kitabından edinebilirsiniz.

---



17 Ekim 2013 Perşembe

bir bisiklet turunun anımsattıkları

Bisiklete binmeyeli uzun zaman olmutu. Bisiklet kullanmayı özlediimi söyleyemem ama bisikletin hatırıma düşürdüğü hüznü oldukça özlemiim.

Yol boyu bellein hüzünlü kuytularında dolatım durdum.

Beni ilk kez bisiklete bindiim zamana götürdü bu kısa bisiklet turu. Sakarya'daki hlas Kaplıca Evleri'nde, Temmuz sıcaının ortasında, ilkokul örencisi Hasan canlandı gözümde.

Üst kat komum olan Hacer abla bisiklet kiralayıp bana bisiklet kullanmayı öretmiti. Ne kadar zamanda örendiimi hatırlayamıyorum ama oldukça fazla dütüümü ve her düümde Hacer ablanın yardıma kotuunu hatırlıyorum.

Hacer abla aile dostumuzun kızıydı. Çok kıymetli biriydi benim için. Bisiklet sürmeyi ondan örendim. Ben ilkokuldayken bana kol kanat germesi ise cabası!

Bisiklet kullanmayı örendikten sonrası ise ayrı hikâye! Her akam Hacer ablanın kardei -ve benden zannedersem bir yaküçük- Yusuf ile bisiklet kiralayarak arabaların alarmlarını öttürüp kaçardık. Yusuf'un yüzünü hatırlayamıyorum ama hava karardıktan sonraki maceralarımız adeta daha dün yaşamışız gibi aklımda. O kadar eleniyordum ki bisiklet kullanmayı sanki sırf bunun için örenmitim!

Hacer ablayı 17 Austos depreminde kaybettik. Yusuf'u da. Dier iki kardeşleri Hilal ve Mücahit'i de.

Ne zaman bir bisiklet görsem aklıma Hacer abla gelir.

Ne zaman bisikletle elenen çocuklar görsem biri ben, biri Yusuf olur.

Ne zaman yaramaz bir küçük çocuk görsem o çocuk gözümde Mücahit olur!

Her bisiklet dört karde-ama bilhassa Hacer abla- için bir Fatiha'dır bende. Mekânları cennet olsun.

Dünyadaki bütün bisikletler kadar Fatiha onların olsun... 

(Dipnot: Fotoğraf, instagram'da corrine_t kullanıcı adıyla hesabı bulunan kişiye aittir.)

15 Ekim 2013 Salı

takvimdeki deniz

Aslında bu yazının başlığı "TAŞINDIK" olmalıydı.

Bir dükkânı kiralayıp, dayayıp-döşeyip de tam açacakken yüz metre ötedeki dükkânı kiralayan, silbaştan inşaata girişen acemi iş sahibi gibi oldum.

Olsun.

Daha yolun başında böyle kararsızlıkların olmasını, ileriki dönemlerde pişmanlık yaşamaktansa, tercih ederim.

TAKVİMDEKİ DENİZ

İsmin hikâyesi elbette ki Necip Fazıl Kısakürek'in aynı adlı şiirine dayanıyor fakat o şiire giden ve beni bu isme yönelten olayı anlatmazsam dükkanı eksik açmış olurum.

Uzun zaman -muhtemelen 3 ya da 4 yıl- önce bir müşterim (İsmi de zannedersem Mehmet idi. Hatırlamakta zorlanıyorum.) evinde bazı yenilikler yapmak istemiş, biz de firmamızın verdiği hizmetler çerçevesinde bu yenileşmeye dahil olmuştuk.

Sipariş ve üretim sürecine dahil olmadım fakat işin montaj kısmına katıldım.

Ev 40 küsür sene evvel -zor şartlar altında!- yapılmış. Çileli bir yaşam... Bu fukaralıkta 3 çocuk büyütmüşler. Okutmuşlar ve iş sahibi yapmışlar. Nasip bu yönde gelişmiş, bu kıymetli anne baba da vesile olmuşlar.

Daha nice aileye mahsus bilgiyi yaşı 60'a dayanmış teyzemizin demlediği çayı yudumlarken edindik.

Teyzemiz üst kata, komşusuna gittiğinde Mehmet bey'e "abi nereden esti bu inşaat işleri?!" diye sordum ve muhabbet bambaşka bir noktaya kaydı: "Teyzeniz kanser. Onun gönlünü hoş etmek istiyorum. Benim emekli maaşım ve çocukların da desteğiyle evi yeniliyorum. Yeter ki gönlü hoş olsun."

O sıra teyzemiz yanımıza geldi ve kanser konusunu böylelikle kapatmış olduk. Teyzemiz "çok masraf yaptık, bu yaştan sonra dert edindik bey, nasıl kalkacağız altından! Çok da yorulduk!" mealinde cümleler sarfetmişti de Mehmet amca; "Yorulduysan tatile gideriz hanım!" demişti de teyzemiz duvar takvimini işaret ederek, "tabi hemen şuraya iki bilet alalım, on senede öderiz artık tatilin borcunu!" diyerek dalgasını geçmişti eşiyle.

O bir dakikaya sığan muhabbet, beni Necip Fazıl'ın TAKVİMDEKİ DENİZ şiirine götürdü.

Mehmet amca ve maalesef adını -gün boyunca beraber vakit geçirmiş olmamuza rağmen!- sormadığım teyzem ne durumdadır, bilemiyorum.

Çokça merak etmeme rağmen duvar takvimindeki denize mi, yoksa Necip Fazıl'ın TAKVİMDEKİ DENİZ'ine mi yol aldığını hiç kurcalamadım. Korktum, telefonu açacak kişiye sorduğumda o kısacık -fakat bir ömür!- vakti yaşamaktan. Korktum telefondaki sesin dört elif miktarı susuştan sonra "sizlere ömür" deme ihtimalinden.

Neyi varsa; evi, eşi, çocuğu, çocukluğu, hatıraları... Neyi varsa bırakmış mıdır gerilerde, 'kaçar gibi yangından'?

Ve yine şiirden hareketle soracak olursam, kurşun yükünü gönlün, tüy gibi hafifletip denize hicret etmiş midir 60'ından sonra kanser ile eriyen 'teyzem'?

"Ah yolculuk, yolculuk!"

---

İşte blog'un isim hikâyesi... Daha ne acılara tanık oldum. Evlerini yenileyen, -doğru tabir midir bilemiyorum ama- 'kaybettiği alemi, arayan deryalarda' müşterilerim... Ve ayrılıkları, ve yaşamları, ve ölümleri, ve hastalıkları... Bir bardak çay içimlik vakitte paylaştıkları nice fırtınalı anlar!

---

Zaman zaman Necip Fazıl'ın Takvimdeki Deniz'indeki "yana yatmış bir gemi" gibi hüzünlü, zaman zaman da Mehmet amcanın duvar takvimindeki gibi capcanlı, sahici düşlere kapı aralayacağız.

 ---

Bir edebî blog olacak, diyemem! Böyle bir yeterliliğe sahip değilim. İddiam büyük değil!

Hilmi Yavuz'un şiirindeki gibi "hüzün ki en çok yakışan" olsa da bize, çok zaman yiyecek-içecek gibi süflî meselelere de vakit ayıracağım.

İsim babası bir şiir olsa da, o şiirin hakkını -çoğu büyük ihtimalle!- veremeyeceğim.

Adı üstünde, blog! Günce dedikleri şey. Gün olur düğün, gün olur hüzün, gün olur ölüm.

15.10.2013 / 23.26




10 Ekim 2013 Perşembe

"muhayyel mai" nedir, ne değildir?

   Kendime bir 'blog page' açmadan önce yazmanın zor olacağını düşünürdüm. Fakat açmaya karar verdikten sonra anladım ki işin en zor kısmı isme karar vermekmiş.

   Bir gece boyu düşündüm. Deneme kitaplarını kurcaladım, şiirlerden kelimeler cımbızladım, romanlarda dolaştım... Aradığım kısa fakat akılda kalıcı bir ya da en fazla iki kelime bulmaktı.

   Artık sabaha karşı, tam da "yeter artık, daha ismini bulamadığım blog sayfasında yazı mı yazacağım" diye söylenirken uzun zaman önce not defterime kaydettiğim bir Tevfik Fikret şiirine rastgeldim.

   Tevfik Fikret'in "Ömr-i Muhayyel" şiirindeki 'muhayyel'e adeta meftun oldum. Kelime anlamını biliyordum ve kelimeyi çok sık olmasa da kullanıyordum. Anlamını oturtmak için TDK sözlüğüne ve Osmanlıca-Türkçe lügate baktım. Belki bu kelime üzerinden bir isim üretebilirim, diyerek.

   TDK sözlüğüne göre 'muhayyel': Hayal gücüyle yaratılan, hayal edilen, demekmiş. Ve bir de Yahya Kemal Beyatlı şiiri iliştirilmiş açıklamaya: Gülümser bir resimdir / Muhayyel sevgilimdir

   Osmanlıca - Türkçe sözlüğe baktığımda ise şu açıklamayla karşılaştım: Tahayyül edilmiş. Hayâl olarak düşünülmüş. Zihinde tasarlanmış.

Ve Tevfik Fikret'in o pek hoş şiiri:

Bir ömr-i muhayyel...Hani gülbünler içinde
Bir kuşcağızın ömr-i bahârîsî kadar hoş;
Bir ömr-i muhayyel...Hani göllerde,yeşil,boş
Göllerde,o sâfiyet-i vecd-âver içinde
Bir dalgacığın ömrü kadar zaîl ü muğfel
Bir ömr-i muhayyel!

Yalnız ikimiz,bir de o:Ma'bûde-i şi'rim;
Yalnız ikimiz,bir de onun zıll-ı cenâhı;
Hâkîlere bahş eyleyerek hâk-i siyâhı
Dûşunda beyaz bir bulutun göklere âzim.
Her sahn-ı hakîkatten uzak,herkese mechûl;
Bir safvet-i masûmenin âgûş-ı terinde,
Bir leyle-i aşkın müteennî seherinde
Yalnız ikimiz sayd-ı hayâlât ile meşgul.

Savtındaki eş'ar-ı pür-âhenk ile mâlî,
Şİ'rimdeki elhan-ı muhabbetle nagam-saz,
Ah istiyorum,göklere âmâde-i pervâz
Bir lâne-i âvârede bir ömr-i hayâlî...

Bir ömr-i hayâlî...Hani gülbünler içinde
Bir kuşcağızın ömr-i bahârîsî kadar hoş;
Bir ömr-i hayâlî...Hani göllerde,yeşil,boş
Göllerde,o sâfiyet-i vecd-âver içinde
Bir dalgacığın ömrü kadar zaîl ü hâlî
Bir ömr-i hayâlî!
 




   Sabaha karşı artık 'muhayyel' yerleşmişti hatırıma. Evet, bir muhayyel muhabbet olacaksa eğer işin ucunda, kendi kendime konuşurcasına yazacaksam, bir hayâle dalacaksam sözcük sözcük, muhakkak muhayyel bir başlık kullanmalıydım!

 Ya sonra?...

   Pek acar blog yazıcılarımız muhakkak ki muhayyel ismini tescil ettirmişlerdir. Hem de milyon çeşit varyasyonuyla!

    Yine başvuru kaynağım Tevfik Fikret oluyor. Bu sefer başka bir şiirine gözüm ilişiyor:

Helecanlarla geçen bir günün akşamında; 
Mai bir gölgeliğin sine-i ârâmında,
Gecenin bir ebedî ân-ı semen fâmında,
Pür / sükûn, zemzeme-i hilkati gûş etdinse…

Varsa şairliğe ruhunda nüfuzun, hünerin,
Dolaşıp neş’e-i san’atle gülen didelerin
Çehre-i girye nikabında hayat-ı beşerin
Bir müşerrih gibi teşrih-i nükûş etdinse…

Bir şey anlarsın, evet, belki bu simadan sen,
Bir şey anlarsın onun şive-i takririnden;
Yazamam yoksa Cenab’ın sana mahiyyetini.

Şöyle temsil edeyim: Bir yeni ufk-ı meşhûd,
Bir semâ/pâre-i nev/dîde ki her çeşm-i şuhûd
Göremez, görse de idrak edemez füshatini.

Mai, özetle mavi demek. Mai ve Siyah'taki mavi. Fakat yan anlamlarını da katarsak işin içine, "Su cinsinden. Akıcı, su renginde, mâvi. Katı ve sert olmayıp su gibi, akıcı olan." anlamlarına da ulaşabiliyoruz.

"Yan yana koyduğumda nasıl bir anlam çıkar acaba karşıma?" düşüncesiyle kavgaya tutuşmuşken -sabaha uykusuz varmanın da asabiyetiyle- bir de baktım ki blog'umun ismini muhayyel mai koymuşum bile.

Muhayyel mavi. Su gibi. Günün en 'hayâle kapı aralayan mâi'si. 'Sabaha karşı gökyüzü'sü. Kızıldan maviye geçiş.

Kısaca,

Bir muhayyel mai...

10.10.2013
20.53