15 Ekim 2013 Salı

takvimdeki deniz

Aslında bu yazının başlığı "TAŞINDIK" olmalıydı.

Bir dükkânı kiralayıp, dayayıp-döşeyip de tam açacakken yüz metre ötedeki dükkânı kiralayan, silbaştan inşaata girişen acemi iş sahibi gibi oldum.

Olsun.

Daha yolun başında böyle kararsızlıkların olmasını, ileriki dönemlerde pişmanlık yaşamaktansa, tercih ederim.

TAKVİMDEKİ DENİZ

İsmin hikâyesi elbette ki Necip Fazıl Kısakürek'in aynı adlı şiirine dayanıyor fakat o şiire giden ve beni bu isme yönelten olayı anlatmazsam dükkanı eksik açmış olurum.

Uzun zaman -muhtemelen 3 ya da 4 yıl- önce bir müşterim (İsmi de zannedersem Mehmet idi. Hatırlamakta zorlanıyorum.) evinde bazı yenilikler yapmak istemiş, biz de firmamızın verdiği hizmetler çerçevesinde bu yenileşmeye dahil olmuştuk.

Sipariş ve üretim sürecine dahil olmadım fakat işin montaj kısmına katıldım.

Ev 40 küsür sene evvel -zor şartlar altında!- yapılmış. Çileli bir yaşam... Bu fukaralıkta 3 çocuk büyütmüşler. Okutmuşlar ve iş sahibi yapmışlar. Nasip bu yönde gelişmiş, bu kıymetli anne baba da vesile olmuşlar.

Daha nice aileye mahsus bilgiyi yaşı 60'a dayanmış teyzemizin demlediği çayı yudumlarken edindik.

Teyzemiz üst kata, komşusuna gittiğinde Mehmet bey'e "abi nereden esti bu inşaat işleri?!" diye sordum ve muhabbet bambaşka bir noktaya kaydı: "Teyzeniz kanser. Onun gönlünü hoş etmek istiyorum. Benim emekli maaşım ve çocukların da desteğiyle evi yeniliyorum. Yeter ki gönlü hoş olsun."

O sıra teyzemiz yanımıza geldi ve kanser konusunu böylelikle kapatmış olduk. Teyzemiz "çok masraf yaptık, bu yaştan sonra dert edindik bey, nasıl kalkacağız altından! Çok da yorulduk!" mealinde cümleler sarfetmişti de Mehmet amca; "Yorulduysan tatile gideriz hanım!" demişti de teyzemiz duvar takvimini işaret ederek, "tabi hemen şuraya iki bilet alalım, on senede öderiz artık tatilin borcunu!" diyerek dalgasını geçmişti eşiyle.

O bir dakikaya sığan muhabbet, beni Necip Fazıl'ın TAKVİMDEKİ DENİZ şiirine götürdü.

Mehmet amca ve maalesef adını -gün boyunca beraber vakit geçirmiş olmamuza rağmen!- sormadığım teyzem ne durumdadır, bilemiyorum.

Çokça merak etmeme rağmen duvar takvimindeki denize mi, yoksa Necip Fazıl'ın TAKVİMDEKİ DENİZ'ine mi yol aldığını hiç kurcalamadım. Korktum, telefonu açacak kişiye sorduğumda o kısacık -fakat bir ömür!- vakti yaşamaktan. Korktum telefondaki sesin dört elif miktarı susuştan sonra "sizlere ömür" deme ihtimalinden.

Neyi varsa; evi, eşi, çocuğu, çocukluğu, hatıraları... Neyi varsa bırakmış mıdır gerilerde, 'kaçar gibi yangından'?

Ve yine şiirden hareketle soracak olursam, kurşun yükünü gönlün, tüy gibi hafifletip denize hicret etmiş midir 60'ından sonra kanser ile eriyen 'teyzem'?

"Ah yolculuk, yolculuk!"

---

İşte blog'un isim hikâyesi... Daha ne acılara tanık oldum. Evlerini yenileyen, -doğru tabir midir bilemiyorum ama- 'kaybettiği alemi, arayan deryalarda' müşterilerim... Ve ayrılıkları, ve yaşamları, ve ölümleri, ve hastalıkları... Bir bardak çay içimlik vakitte paylaştıkları nice fırtınalı anlar!

---

Zaman zaman Necip Fazıl'ın Takvimdeki Deniz'indeki "yana yatmış bir gemi" gibi hüzünlü, zaman zaman da Mehmet amcanın duvar takvimindeki gibi capcanlı, sahici düşlere kapı aralayacağız.

 ---

Bir edebî blog olacak, diyemem! Böyle bir yeterliliğe sahip değilim. İddiam büyük değil!

Hilmi Yavuz'un şiirindeki gibi "hüzün ki en çok yakışan" olsa da bize, çok zaman yiyecek-içecek gibi süflî meselelere de vakit ayıracağım.

İsim babası bir şiir olsa da, o şiirin hakkını -çoğu büyük ihtimalle!- veremeyeceğim.

Adı üstünde, blog! Günce dedikleri şey. Gün olur düğün, gün olur hüzün, gün olur ölüm.

15.10.2013 / 23.26




0 yorum:

Yorum Gönder